Geçmiş ve Gelecek Arasındakiler İçin

  



    Yazmaktan korkar oldum yeniden. Kendimi kandırarak avutmaya çalıştım: Acı ve mutluluk çarpışmadan yaratıcılık olmaz dedim. Acı duygusunu tatmadım herhalde son zamanlarda, bana biraz acı lazım diye düşündüm. Böyle düşünmekle kalınmıyor ki bunlar, üzerine gözlemlemeye başlıyorsun hayatı ve inceliyorsun geçmişini. Geçmişteki acılar sende yaratıcılık oluşturdu mu, evet. Peki, bu acılar sana birkaç yazı haricinde ne kattı? Sende bıraktığı diğer kötü duyguları ve tecrübeleri geçersek, iyi açıdan ne kazandırdı sana? Çoğumuz tecrübeler için iyidir deriz. Onlar madem bu kadar iyiler, neden aynı hatalara yeniden düşüp acılar çekiyoruz peki? Bizler ders alamayan varlıklarız belki de ya da fazlasıyla başımıza buyruğuzdur. Ancak ben buna diyorum ki, bizler acı çekmeyi, kendisi için seviyoruz. Belki de bizi yaşıyor hissettiren budur. Oysaki ne kadar saçma, mutluluğu bile bu kadar az erişebilirken acıyı bulduğumuz için seviniyoruz. Elimize geçen her mutluluğu sanki sürekli bir durummuş gibi algılıyoruz. Ne kadar yazık bizlere. Elimizdeki en güzel duyguya bile değer veremiyoruz. Bugün okuduğum Kundera’nın kitabında: “Sevilen kişinin varlığının verdiği sevinci bile doya doya duymak için, yalnız olmak gerekir.” diye bir söz vardı. Bu söz gözlerimin önünde bir sahne canlandırdı doğrudan: çok mutlu hissettiğim birkaç an geldi aklıma ve düşününce bile o anlardan herhangi birini yaşadığımda ne kadar canlı hissettiğimi yeniden hissettim. O anlarda, kendimi daha sevecen ve doğaya ait hissediyordum. Gökyüzü bana gülümsüyordu sanki, denizin dalgalarında melodiler işitiyordum. Her şey o kadar mutlu geliyordu ki ben mutluyken, aslında beni mutlu eden olaydan bile uzaklaşıyordum. Ne kadar anlatabildim bilmiyorum ama sanki o andaki olay, o mutluluğu yaşadığım olaydan ziyade benim içimde yaşadığım ve belki de kendi içimde bulduğum mutluluk duygusundan kaynaklıydı. Her ne kadar mutluluğumuz dışsal koşullarla gerçekleşse de, bu mutluluğu tam anlamıyla yaşamak için içimize dönüyoruzdur. Sadece bir cümlenin bile bana böyle güzel anıları anımsatması, geceme renk kattı. Bu da kitapları bu kadar sevmemin bir sebebidir.

    Yazma korkumu şu an böyle bir açılışla yendiğime göre asıl bahsetmek istediğim mevzuya gelmek istiyorum. Yine aynı kitaptaki bir hikayeyi okurken aklıma o kadar çok soru geldi ki, kendimi düşünmekten alıkoyamadım. Aslında bu sadece, şimdi okuduğum kitaptan dolayı düşündüğüm bir soru değil. Daha önceleri de detaylıca üzerine düşündüğüm bir konudur. 

    Bizler her zaman acele bir hayat yaşarız. Hep bir koşturmaca içerisindeyizdir ve durup o ana bakma zahmeti bile göstermeyiz kimi zaman. Bu durum o kadar sık bir hale gelmiştir ki, kendi benliklerimizi bir kenara bırakıp aceleci birer kimlik daha edinmiş durumdayızdır. Bu durum üzerine bir sürü söz söylenmiştir ve biri de “Carpe Diem”dir. Anı yaşamak. Bu söz belki hepimize klişeleşmiş ve bayağı gelmekte, ancak demek istediğinin önemi hala tazedir. Bizler sürekli geçmiş ve gelecek arasında bir yaşam sürüyoruz. Bu yüzden şimdiyi hep unutuyoruz ve ya geriye ya ileriye bakmak zorunda kalıyoruz. Hayatımızda bu kadar geçmiş ve gelecek varken bizler ise kendi benliklerimizi şimdide bırakıp geçmiş ve gelecek benliklerimizi takınmaya çalışıyoruz. Geçmiş ve gelecek tarafından o kadar büyük bir baskı altında yaşıyoruz ki kendimizi tanıma fırsatımız bile olmuyor. Hepimizin içinde farklı biri daha olduğuna inanıyorum. Bazı insanlar bunu fark ediyor ve günümüzde “deli” ya da çeşitleri olarak nitelendiriliyor. İçimizde sakladığımız o kadar çok özellik var ki, bunlardan en küçük bir tanesini bile hissetmek bizi paramparça edecekmiş gibi hissettiriyor. Çünkü bizler, bu zamana kadar hiç bakmadık asıl kendimize. Hep bir acelemiz vardı, ya geçmiş ya gelecek vardı. Durmadık ve kendimizi göremedik. Hep yarım bir biz olduk. Bunun sebebi de, özgürlüğümüzün geçmiş ve gelecek arasındaki “şimdi”de olmasıdır. Biz özgürlüğüzümü “anda” bıraktık ve sonradan onu kaybettiğimizi düşündük. Oysaki hiçbir zaman kaybolmamıştı o, bizi bekliyordu. Bu durumu düşününce aklıma her zaman Veronika geliyor: “Kaybedecek bir şeyin yok. Pek çok insan bu yüzden aşktan kaçar, çünkü tehlikede olan çok şey vardır, bir sürü gelecek bir sürü geçmiş. Senin durumunda sadece şimdi var.”. Veronika için ne geçmiş vardı, ne gelecek çünkü zamanı tükeniyordu ama zamanının tükeneceğini bilmeden önce o da bizim gibiydi. Geçmiş bizde bir sürü kaygı yaratıyor. Sanki benliğimizi geçmişte satın almışız ve bir video oyunundaki karakterler gibi, yeni bir karakter alana kadar geçmişteki karakterimizle devam etmeliyiz. Yeni bir şeyler sanki geçmişe ihanet gibi gelir ve durup bu ben miyim diye sormaktan alamayız kendimizi. Sadece geçmiş değil, gelecek de aynı şekilde kaygı yaratıyor. Bunu şimdi böyle yaparsam yarın ne olur? Bu soruyu sormadığımız kaç anımız var? 

    Her ne kadar buraya yazmış olsam da, ben de geçmiş ve gelecek arasındaki baskıda sıkışıp kalmış olan pek çok insandan biriyim. Şunu bilmek gerekiyor ki, gerçek bir değişim farkındalıkla başlar. Hepimiz için umuyorum ki içimizdeki farklı benliklerimiz gün yüzüne çıkar ve çıktıkları zaman onlara dört elle sarılırız. Çünkü bazen farklı bir benliğimiz olduğunu kabullenmek kolay olmayabiliyor. Hatta daha da kötüsü, karşımızdaki insanlar bize “Bu sen değilsin” diyecektir; eminim. Siz, eğer o benliğinizin özgür siz olduğuna inanıyorsanız, peşini bırakmayın ve diyin ki “Bu benim.”. En önemlisi kendimizi bilmektir ve kabullenmektir. Video oyunundaki karakterler gibi değiliz, kendimizi sürekli geliştirebilir ve bir şeyler katabiliriz karakterimize. Baştan yapılmayız, üzerimize eklemeler ve çıkarmalar yaparız. Şimdi hepimiz gidelim ve nasıl daha özgür olabileceğimizi düşünelim. Geçmiş ve gelecek olmadan yaşam hayallerine düşelim.

Yorumlar

Popüler Yayınlar